25 Mayıs 2009 Pazartesi

Gerçek Dost - Lale Bahçesi



herkese merhaba....


hayatta başımıza ne gelirse gelsin sadece iyiliklerin ve dostlukların yanımıza kar kalacağına inanıyorum,umarım okurken herkes payına düşeni alır ve bir parçada olsa amacımız gerçekleşir sevgiyle kalın...



Genç adam artık büyüdüm der gibiydi, çıkışır gibi konuştu:

- Benim de dostlarım var baba!

Baba biliyordu dostun dosttan farkını, alttan aldı:

- Oğul, gerçek dostu bulmak zordur.

Delikanlı ısrarlıydı, onun da bildiği şeyler vardı. Hatta bazı şeyleri babasından iyi bilirdi:

- Benim dostlarım benim için canlarını bile verirler!

Ne kolay söylenmiş bir sözdü bu! Oysa adam ne bedeller ödemişti bunu anlamak için.

- Demek bu kadar güveniyorsun dostlarına...

Oğlunun konuşma tarzı adamın içini burkmuştu biraz, ama renk vermek istemedi. Bir taraftan da onun bu kendinden emin hali hoşuna gitti. Kendisi bu yaşında bile kolay kolay yapamazdı bunu. Bir yandan da oğlunun toyluğunu görüyordu. Elbet herkes gibi o da yaşayıp öğrenecekti. Fakat baba sorumluluğu da vardı, bir şeyler yapmalıydı.

- Ne dersin, diye sordu, dostların seni ne kadar seviyor öğrenelim mi?

Delikanlı altta kalmak istemedi. Dostlarına güveni tamdı ama doğrusu biraz da meraklanmıştı.

- Tamam, dedi, ama nasıl olacak bu iş? Şefkatle oğlunun gözlerine baktı adam:

- Sen büyükçe bir çuval bul, gerisini bana bırak.

Adam gidip ağıldan bir koyun çıkardı, bahçeye getirip kesti. Oğlunun meraklı bakışlarının arasında koyunu çuvala soktu. Çuvalı delikanlıya uzatırken:

- Şimdi en güvendiğin dostuna git, ben bir adam öldürdüm de. Bakalım ne yapacak, dedi.

Delikanlı sırtına yüklendi kanlı çuvalı. Akşamın karanlığında arka sokaklardan geçerek yürüdü. Bu iş kolay olacaktı. Gidebileceği o kadar çok dostu vardı ki... Rast gele birini seçti. Yürümeye devam etti. Çuvaldan süzülen kan ellerine, boynuna bulaşmıştı. Nihayet dostunun evine vardı. Bir eliyle çuvalı sıkı sıkı tutarken, diğeriyle kapıyı çaldı. Dostu karşısındaydı. Şaşkınlıkla arkadaşının ellerine, yüzüne bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Çuvalı fark edince saklanamayacak bir endişeyle sordu:

- Hayırdır, bu da ne? Delikanlı;

- Birini öldürdüm, diyecekti ki, daha sözünü ta-mamlayamadan kapı yüzüne kapanıverdi.

Şaşırdı delikanlı. Elinde kanlı çuval, kapının önünde kalakaldı. Tekrar kapıyı çalacak oldu, vazgeçti. Gidebileceği daha bir sürü gerçek dostu vardı nasılsa. Uzaklaşırken döndü, bir kez daha baktı dostunun evine. Perdenin kenarından biri kendisini izliyordu. Aniden perde çekildi, odanın ışığı söndü sonra.

Verilen sözler geldi aklına, dostluk yeminleri, yaşanan onca şey geldi. Babası haklı mıydı yoksa? Bir başka dostunun evinin önünde durdu, ümitliydi bu kez. Fakat yine aynısı oldu. Sonra bir başkası, bir diğeri...

Gece yarısına kadar omuzunda kanlı çuvalla dolaştı durdu delikanlı. Ayakta duracak hali kalmamıştı artık. Kırgın ve öfkeliydi. Çaresiz evin yolunu tuttu. Babasının yüzüne bakmaya utanıyordu. Çuvalı bir kenara bırakırken babasına döndü.

- Sen haklıymışsın, dedi, dünyada gerçek dost yokmuş!

- Belki, dedi adam gülerek, belki de vardır. Şimdi de benim bir dostuma gideceksin. Ben falancanın oğluyum, bir adam öldürdüm diyeceksin. Bakalım ne olacak?

Delikanlı mahcubiyetinden kaçacak yer arıyordu zaten. Seve seve kabul etti. Hem, belki babasının dostuna gittiğinde de aynı şeyler olacaktı. Sanki öyle olmasını istiyordu. Gecenin karanlığına daldı, yeniden sokakları arşınlamaya başladı.

Babasının yerini tarif ettiği evin kapısına gelince önce çuvalı bir kenara bırakıp biraz soluklandı delikanlı. Dört yanı bahçeyle çevrili büyük bir evdi burası. Kapıyı çaldı, çuvalı omuzuna alıp beklemeye başladı. Kırk beş-elli yaşlarında, irice gözlü, hafif şişman, saçları yer yer ağarmış bir adam açtı kapıyı. Delikanlının halinden kötü bir şeyler olduğunu sezinleyerek;

- Hayırdır evlat, dedi, sen kimsin?

Bizimki kendini tanıtıp olan-biteni anlatmaya başlayınca, adam ellerini dudaklarına götürüp:

- Sus, dedi, aman bir duyan olmasın! Gel içeri gir önce.

Hemen bir kazma kürek getirdi. Evin arka tarafındaki lale bahçesine aceleyle bir çukur kazdılar. Gecenin karanlığında çuvalı çukura koyup, üstünü toprakla kapattılar. Taze toprağın üstüne de biraz öteden söktüğü lale fidanlarını dikti adam. Delikanlı elini-yüzünü yıkarken ona yatacak yer hazırladı.

- Bu gece kal evlat, diyordu, ne olur ne olmaz, sabah olsun gidersin...

Delikanlı adama hayranlıkla bakıyor, kendi dostlarını düşünüp, işte, diyordu, işte gerçek dost!

Bütün ısrarlara rağmen gitmek için müsaade almayı başardı. Bir an önce eve dönüp, babasına, sen haklıymışsın, demek istiyordu.

Yorgundu delikanlı. Omuzunda çuval yoktu artık, ama o yorgundu. Bu bir tek gecede bütün dostlarını tanıyıvermişti. Yürüyordu. Bir günde birkaç yıl büyümüştü sanki. Uzaktan evlerinin ışığını gördü. Biraz daha yaklaşınca pencerenin önündeki karaltının babası olduğunu fark etti. Koşarak ellerine sarıldı babasının.

- Haklıymışsın, dedi, gerçek dost başka bir şey, sen haklıymışsın...

Olan-biteni gülerek dinledi adam.

- Dur bakalım, dedi, bu kadar acele etme, hele bir yarın olsun...

Ertesi gün öğlen vakti baba dostunun evine doğru yürürken utanıyordu delikanlı. Bunu nasıl yapacaktı? Babasının neden böyle bir şey istediğine anlam veremiyordu. Gidip o adama herkesin içinde bir tokat atacaktı! Ses çıkarmazsa biraz daha hırpalayacaktı. İyi ama babası neden böyle bir şey yapmasını istemiş olabilirdi? Böyle yaparak neyi anlayacaklardı?

Evin olduğu sokağa geldiğinde işinin biraz daha zor olacağını fark etti. Yüzü kızardı birden. Caminin köşesini dönerken, avluda birilerinin oturduğunu görmüştü. Babasının dostu az sonra olacaklardan habersiz, birkaç ihtiyarla sohbet ederek ezanı bekliyordu.

Cami avlusunda oturanlara doğru yürüdü. Yüzünün, kulaklarının yandığını hissediyordu. Yaklaşıp, oradakilerin şaşkın bakışları arasında adamcağıza bir tokat vurdu. Ama adam bırakın karşılık vermeyi, ses bile çıkarmadı. Bir kez daha kendinden utandı delikanlı ama henüz işi bitmemişti. Tartaklamaya başladı adamı, bir tokat daha vurdu. Adam bir şeyler anlamıştı sanki. Delikanlıyı kollarından tutup kendine doğru çekerek kulağına fısıldadı:

- Evlat, var git babana selam söyle. Biz öyle birkaç tokada lale bahçesini bozmayız...



Serdar Tuncer
Satır Arası Hikayeler

14 Mayıs 2009 Perşembe

güneşe yazı yazılmaz....




Çayından bir yudum aldı karşı masadaki delikanlıya bakarak gülümsedi.

-Evlat, dedi, dert etme bu kadar, her şey olacağına varır.

Genç adam gazetesinin arkasından kafasını kaldırıp ihtiyara baktı.

-Doğru baba, dedi, her şey olacağına varıyor.

Gazetesini okumaya devam edecekti ki, ihtiyarın sesini duydu tekrar:

-Güneşe yazı yazılmaz be yiğidim, bırak şu gazeteyi de gel hele.

Kalkıp ihtiyarın yanına doğru yürürken çay ocağına seslendi:

-Uğur abi, çaylar iki oldu! ...

Çaylar geldi, ihtiyar adam iki şeker atıp karıştırmaya başladı.

Bir yandan da ağır ağır anlatıyordu.

Çok eski zamanlarda çok uzaklarda bir ülke vardı.

Dağların arkasında yemyeşil bir ovaya kurulmuş, insanların yüzünden gülücükler eksik olmayan, pırıl pırıl bir ülkeydi burası. Bu ülkenin insanları şimdi her zamankinden daha mutluydular. Çünkü yıllar sonra padişahlarının nihayet bir çocuğu olmuştu. Nur topu gibi, güzeller güzeli, elleri yumuk yumuk, yanakları al al bir kız bebek. Kurbanlar kesildi, günlerce ziyafetler verildi, eğlenceler yapıldı.


Günler günleri kovaladı, yıllar yılları. Güzelliği dillere destan bir prenses olmuştu o minik kız. Civar ülkelerden her gün bir haberci geliyor, ya prenslerinin ya krallarının hediyelerini sunuyorlar, evlenme tekliflerini iletiyorlardı.
Prenses mutluydu, babası üstüne titriyor, aman kızım, diyordu, acele etme karar vermekte. Bakalım zaman ne gösterir…


Padişah bir gün adedi olduğu üzere tebdil-i kıyafet ülkesini gezmeye çıktı. Akşama kadar halkının arasında dolaştı. Ne aç bir insana rastladı ne bir dertliye ne de bir kimsesize. Sevinç içinde sarayın yolunu tuttu.


Dönüşte ırmağın kenarında oturan bir ihtiyar uzaktan dikkatini çekti. İhtiyar, yerden aldığı taşları bir birine bağlıyor, bir şeyler söyleyip ırmağa atıyordu. Padişah yaklaştı, selam verdi ve sordu:

-Hayırdır ihtiyar, ne yapıyorsun böyle?

-Kısmetleri birbirine bağlıyorum, dedi ihtiyar adam.

Padişah güldü:

-Öyle mi, şu attığın kimin kısmetiymiş bakalım?

-O mu? O padişahın kızıyla, uşağı Ahmet’in kısmeti…

Saraya döndüğünde bir sıkıntı bastı Padişah’ı. Böyle bir şey olabilir miydi?

Kısmetleri birbirine bağlamak… Şu zenci uşak ve güzeller güzeli Prenses… Gözünün bebeği yani, canı, ciğerparesi, sevgili kızı… Olmaz öyle şey, dedi. Ama şüphe kurdu düşmüştü bir kez içine. Sabaha kadar uyuyamadı. Sağa döndü, sola döndü, uyku girmedi gözüne. Arada bir dalıyor, sıçrayarak uyanıyordu. Kısmetler böyle bağlanmazdı, biliyordu bunu, ama ya doğruysa?


Sabah olduğunda kararını vermişti. Uşağını geri dönemeyeceği bir yere yollayacak, ondan kurtulacaktı. Bunu yapmak zorunda kaldığı için kendinden utanıyordu ama işi sağlama almak lazımdı. O ihtiyarı bulup kellesini vurdurmayı bile düşündü bir ara. Ama en ehveni Ahmet’i yollamak, ondan ve bu kısmet meselesinden kurtulmaktı.
Alelacele bir mektup yazdı, uşağını çağırttı. Karşısında durup kendisine şaşkın şaşkın bakan zavallı zenci uşağın gözlerine bakmaya çekiniyordu. Yüzünü pencereye döndü, elindeki mektubu gösterdi uşağa.

-Ahmet, dedi, şimdi bu mektubu alacaksın ve hiç durmadan yürüyeceksin. Bunu güneşe götürmeni istiyorum senden. Bu hepimiz için önemli. Sakın bu mektubu vermeden geleyim deme!

Neye uğradığını şaşıran uşak, çaresiz emre itaat etti. Yol hazırlığını yaptı, mektubu sıkı sıkı sarıp sarmaladı, koynuna sakladı ve yola düştü. Hiç durmadan yürüyecekti, mektubu güneşe verecekti. Tastamam böyle demişti padişah. İyi de güneşi nasıl bulacaktı, bulsa da mektubu nasıl verecekti? Sıkıntı bastı Ahmet’i. Kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı, güneşin olduğu yöne doğru yürümeye karar verdi.


Yürüdü uşak. Aylarca yürüdü. Azığı bitti, elbiseleri parçalandı, ayakları kan-revan içinde kaldı,o yürümeye devam etti. Koynundaki mektubu arada bir çıkarıp bakıyor, sağlam olduğunu görünce gülümseyerek yürümeye devam ediyordu.

Bu arada, her şey yine eskisi gibiydi ülkede. Padişah mutluydu Güzel kızının üstüne daha çok titriyor, onu daha bir seviyordu. Halk huzur içindeydi, her yer pırıl pırıldı yine. Baharın gelişiyle beraber bütün ülke çiçeklerle donanmıştı. Prenses, evlenmesi için babasının niçin bu kadar acele ettiğine anlam veremese de, yağmurlar, çiçekler, cıvıl cıvıl kuşlar, bahar güzeldi işte…

Padişah, Ahmet’in dönemeyeceğinden emindi. Çoktan ölmüş olmalıydı. Sadık bir uşaktı, verilen görevi yapmak için elinden geleni yapacaktı kuşkusuz. Ama güneşi bulmak, mektubu ona vermek, olacak şey miydi hiç? Zekâsına bir kez daha hayran oldu padişah.
Gün geçtikçe ümidi tükeniyordu uşağın. Üç mevsim geçmişti. Yola çıktığından beri. Bu güneşe varmak belli ki mümkün olmayacaktı. Koynunu yokladı, mektup sağlamdı. Kendisi kan-revan içindeydi, tanınmayacak hale gelmişti ama olsun, mektup sağlamdı yine de. Son bir gayretle yürümeye çalışıyordu. Tepedeyken bir ırmak görmüştü, oraya kadar bir varabilse, kana kana bir içse buz gibi suyu, üç mevsim daha yürürdü Ahmet.


Irmağa yaklaştığında ayakları vücudunu taşıyamıyordu. Dizlerinin üstünde sürünerek geldi suyun kenarına. Avuç avuç içti. Başını sokup ırmağın serin suyuna. Avuçlarını bir kez daha daldırdı. Bir de kafasını kaldırdı ki ne görsün? Güneş işte orada, tam karşısında, ırmağın içinde bir mücevher gibi parlıyor ve öylece durmuştu işte. Sevinçle havaya zıpladı, elini koynuna attı, mektubu çıkarıp salladı, suya attı kendini, güneşe gidiyordu.


Uşağın gidişinden beri beş mevsim dönmüştü ülkede. Dört bir yanda düğün hazırlıkları yapılıyor, tellallar prensesin düğününe bütün halkın davetli olduğunu haber veriyorlardı. Prenses sonunda sevebileceği bir adam bulmuştu. Padişah kızının mutluluğunu gördükçe daha bir seviniyor, kısmetleri birbirine bağlamak…Hani, nerede?
Padişah çok sevmişti damadını. Uşak değildi her şeyden önce, hele zenci hiç değildi. Hem onda yıllardır tanıdığı birisinin kokusu vardı sanki. Üstelik bu padişah her kimse, çok zengin biri olmalıydı. Prenses’e hediye ettiği her mücevher, o zamana kadar verilenlerin hepsine bedeldi çünkü. Nihayet günü geldi, muhteşem bir düğün yapıldı ülkede.


Düğünün üçüncü gününün akşamıydı. Padişah ve yeni evliler akşam yemeğinde birlikteydiler. Padişah’ın hemen yanında damadı ve tahtının vârisi, karşısında karısı, onun yanında sevgili kızı… Mutluluk buydu işte!


Bir yandan sohbet edip gülüşüyorlar, bir yandan yemeklerini yiyorlardı. Genç damat kılıç kullanmayı nasıl öğrendiğini anlatıyor, av maceralarından bahsediyor, masadakileri kahkahaya boğuyordu. Bir ara eline bir bıçak aldı, ilk kılıç kullanmaya başladığı zamanlardaki acemiliklerini anlatıyordu. Elinden düşürdüğü bıçağı almak için eğildiğinde padişahın kendisine baktığını fark etti. Prenses kahkahalar atıyordu. Birden doğrulup açılan belini kapattı. Ama belindeki siyahlık gözünden kaçmamıştı Padişah’ın.


O gece yine uyuyamadı Padişah. Kendisi gibi bembeyaz bir adamdı damadı, ama beli bir zencininkinden farksızdı. Ahmet’i hatırlamaya çalıştı, yüzünü, konuşmasını, gülüşünü… Benziyorlar mıydı, böyle bir şey olabilir miydi? Olmazdı tabii. Hem o kadar da benzemiyordu. Ama genç adam neden telaşla belini kapatmıştı?


Yatağına tekrar uzandı, gözlerini tavana dikti. Kısmetleri birbirine bağlayan ihtiyarın yüzünü gördü. Gülüyordu. Çıldırdığını düşündü bir an. Gözlerini kapatıp, tekrar açtı, ihtiyar yoktu. Derin bir nefes aldı, hele bir sabah olsun, dedi, bunu anlamanın bir yolu bulunur elbet.

Günün ilk ışıkları sarayın camlarına vurduğunda, prenses ve kocası çoktan bahçede gezmeye çıkmışlardı bile. Pencereden onları gören padişahın aklına bir plân geldi. Aceleyle üstünü giyindi, bahçeye çıktı. Onlara iyice yaklaştı, birini çağırır gibi arkadan seslendi:

- Ahmet!

Genç adam birden irkilerek dönüp padişaha baktı. Göz göze geldiler. Delikanlı gözlerini kaçırmaya çalışıyordu ama nafile. Çaresiz padişahın yanına gelip durdu, başından geçenleri anlatmaya başladı.

Güneşi bir ırmağın içinde bulmuştu. Mektubu vermek için suya daldığında içleri mücevher dolu, açık kapaklarından ışıltılar şaçan onlarca sandık görmüştü. Sudan çıktığında, kuşağının sımsıkı sardığı beli hariç, bütün vücudu bembeyazdı. Sandıkları bir bir ırmağın kenarına taşımış, oturup en son sandıktan çıkan mektubu okumuştu. Sonrası, sonrasını biliyorlardı zaten. Padişah hayretle doğruldu oturduğu yerden;

- Mektup, dedi, o mektup nerede şimdi?

- Hiç yanımdan ayırmadım ki, diye cevapladı genç adam koynundan çıkardığı mektubu padişaha uzatarak.

Padişah aceleyle mektubu açtı, okumaya başladı:

“Güneşe yazı yazılmaz, yazılan yazı bozulmaz! ”

Arkasına döndü delikanlı, Uğur abi iki çay daha...

Yüzünü masaya döndüğünde ihtiyar adam gitmişti. Çaylar geldi.

-Abi, dedi, delikanlı şu ihtiyar nereye kayboldu böyle?

-Ne ihtiyarı dedi, çaycı, hangi ihtiyar? Bu kız senin aklını almış Ahmedim, dünyaya dön dünyaya! İki saattir yalnız oturuyorsun bu masada...

Serdar TUNCER - Satır Arası Hikâyeler

en çok paylaşmak istediğim hikayelerden birisiydi,ben seviyorum bu tarz şeyleri:) sevgiyle kalın

6 Mayıs 2009 Çarşamba

örgü kolye

sabah işten geldim biraz dinlenip kendime geldim ve bilgisayarımda gezinirken bu kolyemi gördüm,
daha öncede paylaşmıştım ama bu kez picasa da farklı açıyla düzenledim
bu hali hoşuma gitti ve blogumdada sizlerle paylaşmak istedim




çok önceden yapıp resimlediğim için yapım aşamasını resimleyemedim malum o zamanlar toydum...
nerdeeeee anlatarak takı yapmak falan:)


resime dikkatli bakarsanız aslında çok kolay oldugunu fark edersiniz

iki farklı renkte ip,yine ipe uygun boncuklar tabi tam terside olabilir,
iki farklı renkte boncuk,uygun renkte ipler gibi...

kolyenin bir tarafını
oya yapımında kullanılan halkaların etrafını iple gidiyoruz,
diğer tarafınada boncukları diziyoruz,
kolyemiz hazır,
bu arada elimden geldiğince sizlerle yeni şeyler paylaşmak istiyorum ama daha öncede belirttiğim gibi,işten fırsat bulduğum zamanlarda tabiiii

kendinize iyi davranın sevgiyle kalın

3 Mayıs 2009 Pazar

kıssadan hisse....




herkeslere merhaba sevgili blog dostlarım,,,

internette gezinirken bu kısa hikayeyi buldum ve sizlerlede paylaşmak istedim:)

bu arada eskisi gibi bloglarımla ilgilenemiyorum,işe başladım,malum bundan sonra bloglarıma biraz daha az vakit ayırıcam,

bunun üzgünlüğünü yaşıyorum:( artık bir müddet böyle idare edicez

neyse gelelim hikayemize;


Hindistan da cok unlu bir ressam varmis...
Herkes bu ressamin yaptilarini kusursuz kabul edecek
kadar begenirmis...

Ve onu "Renklerin Ustasi" anlamina gelen Ranga
Celeri olarak tanisa da;kisaca Ranga Guru derlermis...

Onun yetistirdigi bir ressam olan Racici ise artik
egitimini tamamlamis ve
son resmini yaparak Ranga Guru'ya goturmus ve ondan
resmini degerlendirmesini istemis...

Ranga Guru ise;

- Sen artik ressam sayilirsiin Racaci.. Artik senin
resmini halk degerlendirecek.

diyerek resmi sehrin en kalabalik meydanina
goturmesini ve en gorunen yerine koymasini istemis.

Yanina da kirmizi bir kalem koyarak halktan
begenmedikleri yerlere carpi
koymalarini rica eden bir yazi birakmasini istemis.
Racici denileni yapmis
Ve birkac gun sonra resme bakmaya gittiginde gormus
ki, tum resim carpilar icinde ve neredeyse gorunmuyor... Cok uzulmus
tabii.Emegini ve yuregini koyarak yaptgi tablo kirmizidan bir duvar sanki..

Alip resmi goturmus Ranga Guru'ya ve ne kadar uzgun
oldugunu belirtmis.

Ranga Guru uzulmemesini ve yeniden resme devam
etmesini onermis.

Racici yeniden yapmis resmi ve gene Ranga Guru'ya
goturmus.

Tekrar sehrin en kalabalik meydanina birakmasini
istemis Ranga Guru...

Ama bu defa yanina bir palet dolusu cesitli
renklerde yagli boya, birkac
firca ile birlikte...

Ve yanina insanlardan begenmedikleri yerleri
duzeltmesini rica eden bir yazi
ile birlikte birakmasini istemis.

Racici denileni yapmis...

Birkac gun sonra gittigi meydanda gormus ki resmine
hic dokunulmamis,
fircalar da, boyalar da kullanilmamis..

Cok sevinmis ve kosarak Ranga Guru'ya gitmis ve
resme dokunulmadigini
anlatmis..

Ranga Guru ise;

Sevgili Racici, sen birinci konumda insanlara firsat
verildiginde ne kadar acimasiz bir elestiri saganagi ile
karsilasilabilecegini gordun...

Hayatinda resim yapmamis insanlar dahi gelip senin
resmini karaladi..

Oysa ikinci konumda onlardan
hatalarini duzeltmelerini istedin, yapici olmalarini istedin...

Yapici olmak egitim gerektirir... Hic kimse bilmedigi bir konuyu duzeltmeye
kalkmadi, cesaret edemedi...

Sevgili Racici Mesleginde usta olman yetmez, bilge de olmalisin...

Emegininin karsiligini, ne yaptigindan haberi
olmayan insanlardan alamazsin...

Onlara gore senin emeginin hic bir degeri yoktur...

Sakin emegini bilmeyenlere sunma ve asla bilmeyenle
tartisma... demis...